2 Ekim 2010 Cumartesi

Nefes











ağzımı açmaya korkuyorum.
açarsam,
biliyorum,
nefesin dolacak içime.
başkalarının nefesine
karıştırdığın nefesin.

26 Eylül 2010 Pazar

Kelimeler

Az pişmiş bir et parçası gibi ağzımda büyüyen kelimeler yalnızlığımla boydaş. Sadece konuşmak, büyük laflar etmek, hayatıma bir şekilde girip bu küçük ve az yıldızlı otelde uzun ya da kısa süreli konaklama fırsatını -belki de şanssızlığını- yaşamış her insana sunduğum süslü bir battaniyeden başka bir şey değil. Üşüdüklerinde havayla bedenleri arasına sıcak bir set çekmek değil isteğim. Paramparçalığımı gizlesin diye bu sonsuz sunuşlar.

Hayatı kadınlarla tanımakta ısrarcıyım. Beni bunca yalnızlık çukurlarına daldırıp çıkaran da bu zaten. Bir kadın elinin vücudumda bıraktığı iz Dostoyevski'den bile fazla şeyler anlatıyor bana. Hayatın mahremiyet odasına saklanmış kilitli dolaplarda ne varsa, o el izinde görüyorum. Her çizgide akıl almaz bir tecrübe ve şeytanla ortaklık yatıyor. Ve ben şeytanı kıskanıyorum. Kadınların tanrısı şeytanı...

Şüphesiz ki, her an şeytana ibadet ederek yaşayan bu canlılar, sorgulamaktan zihnimi çürüten her şeyin cevabını saklıyorlar. İstedikleri zaman bana da bir dirhem bu gizemden sunup en hayasız düşüncelerle ortalıkta bırakıyorlar. Bir dağın tepesinde duruyorum. Paraşütüm yok. Ve sırtımda bir tekme! Yerçekimine karşı koymaya çalışan bütün organlarım ağzımdan çıkmaya çalışıyor. Ağzımı açmamam gerek bu durumda, biliyorum. Ama benim tek silahım ağzımdan dökülen kelimeler. Konuşuyorum.

Bu hissi asla bilemezsiniz.

13 Temmuz 2010 Salı

Çorba

Yarın olunca her şey çok daha farklı olmuyor.

Bir önceki günden, ondan da önceki günden üzerime sinen ıslanıp yeni kurumuş toprak kokusunu gömleğimden çıkarmak istedim. Çıkmayınca gömleği üzerimden çıkarmaya karar verdim. Vücuduma aynada bakmamıştım, dikkatlice. Otoyolun kenarına park etmiş otomobil camlarından yansıyan bulanık ve koyu renkli vücudumu görünce irkildim. Biçimsiz, sarkık ve göbeği bol bir vücuttu kafamla bacaklarım arasında kalan. Geriye doğru adımlar atarken camdaki görüntü kayboldu.

Acıktım.

Ben yemek yemeyi sevmem. Yorulurum, sıkılırım yemek yerken.

Bir çorbacıya oturdum. Çorba istedim. Çorbacıdan çorba istediğim için şaşırdım kendime. Masada tenekeden yapılmış bir tasın içinde çorba vardı. Çorbanın yanında bir teneke kaşık. Kaşıkla tasın birbirine sürttükleri her an, yani çorbayı her kaşıklayışım içimde adını koyamadığım bir şeyi fena halde titretiyordu. Dişlerime dokundum. Kaşıkla dokundum. Dişlerim sızladı. Masada ekmek vardı. Dilimlenmiş. Ekmeklerin içini çorbayı içtikten sonra yedim. Dışlarını ise pantolonumun cebine koydum. Diğer cebimden 2 demirlik çıkarıp masaya koydum. Hesabımı ödemiştim. Sadece 2 demirliğe midede çorba ve cepte ekmek dışları. Hayat ne kadar da ucuz.

Hayat her gün aynı.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Rüzgar Üflemece

hıphızlı eserken rüzgar yüzüme yüzüme, nefesimi toplayıp suratına üfledim rüzgarın. bana mısın demedi. bir kere daha üfledim. ağzım kurudu. rüzgar suratımı yalıyordu. gıdıklandım, güldüm. büyümüş, kabalaşmış ellerimi ceplerime soktum. sol böbreğim acıyordu. aldırmadım. yürür adım yürüdüm. rüzgara ıslık çalarak. fırına girdim, ekmek almaya.

-bir ekmek.

sadece ben duydum.

-hey! bir ekmek istiyorum senden.

kısık sesimi duydu. bir ekmeğimi verdi çekinerek. parasını ödedim. üstü kaldı. ekmeğin içini yedim. dışı kaldı. biriktirdiğim ekmek dışlarının yanına koydum. elledim herbirini. sertlerdi. bu da yarına sertleşirdi.

yarın olsun artık.